K
İTAPLAR HAKKINDA YAZILARIM / KÜLTÜR-SANAT
| Yazın | Fotoğraf | Tiyatro | Gezi | Diğer

MEMLEKETİMDEN KARAKTER MANZARALARI

Bir kitaba dair "öznel" düşünceler

Dostum, arkadaşım, "eylem" arkadaşım sevgili Kaan Arslanoğlu'nun "Memleketimden Karakter Manzaraları" adlı deneme kitabını az önce okuyup tamamladım. Ona kitapla ilgili olarak yazacağımı söylemiştim. Bu yazı bu “borcun edası”dır.

Kitabın toplamı 13 bölüm ve 517 sayfa. Sunumun dışında “Polisin görev ve yetkileri”, “Ahlak ve insan doğası”, “Mevlana”, “200 aydın ve sol”, “Niyazi Berkes”, “Sanatçı yönümüz”, “Cemil Meriç”, “Sağ yanımız”, “Din ve dil”, “Attila İlhan”, “Cinsellik ve sapıklık”, “Medya ve aydınlar”, “Tutunanlar, tutunamayanlar ve insanlığın geleceği” başlıklarını taşıyan bölümler var.

Doğrusu kitabı okumak biraz uzun sürdü. Çünkü aynı dönemde, her zaman yaptığım gibi, eş zamanlı olarak Sevgili Pınar Selek’in “Barışamadık” kitabı da dahil bazı başka kitapları da okudum.

Şimdi kitabın başına Kaan'ın benim için yazdığı yazının tarihine baktım; 18.4.2006; okumaya o tarihte başlamamıştım, aklımda kaldığına göre yaklaşık 3 ayda tamamlamışım bu "kalın" kitabı okumayı.

Kitabın bedeli

Sevgili Kaan daha önce yazdığı bazı kitapları bir karşılık beklemeden getirir verirdi bana; bunu ise "indirimli" fiyattan(15 YTL) almamı istedi.

Ona göre bir okur okuduğunun “bedelini ödemeliydi”. Ben ödedim. İçim rahat. Ama bu düşüncesi de onun bu kitapta ifade ettiği diğer bir çok düşünceleri gibi bana göre “tartışılır” nitelikte.

Benim “aykırı düş dünyam"da, ara sıra aklıma gelen çeşitli sorunları, “başka nasıl olurdu” diye kendi kendime tartışıyorum.

Bu da kendi kendime tartıştığım konulardan birisi. Doğal olarak tartışmaya, mevcut durumun tam zıddını düşünerek dan başlıyorum.

"Tersi olsaydı nasıl olurdu" diyorum.

Bu örnek bağlamında “ okur kitaba değil de yazar okura bir kitabını okuduğu için bir bedel ödeseydi” ne olurdu?

Okur yazara mı ödüyor yayıncıya mı?

Başta yazarlar olmak üzere bir çok insan aslında en büyük bedeli yazarların ödediğini düşünüyor. Bir bakıma doğru. Kitap, hem de bir kaç kitap sahibi birisi olarak, tezgahında basımı bekleyen 3-4 kitabı olan birisi olarak bunu çok iyi biliyorum.

Yazar bir “bedel” ödüyor gerçekten de: Düşünürken ödüyor, araştırırken ödüyor, tartışırken ödüyor, yazarken ödüyor, bastırırken ödüyor, dağıtımcıya giderken ödüyor, emeğinin hakkını alırken ve aldıktan sonra ödüyor.

Ama onun ödediklerinin çoğu aslında yazdığının gerçek muhatabına yani okuruna yönelik değil. O bir yerde "okuru için”, “onun adına” ödüyor. Ama iş paraya geldiğinde okur bunların hepsini gerçek anlamda dişinden, tırnağından, yiyeceğinden ayırarak "maddi olarak" ödüyor.

Üstelik de “bazen” -hadi bu kadar müşkülpesent olmayalım, aşağıdan almayalım, doğruyu söyleyelim: aslında "sıkça"- aslında "o kadar da" etmeyecek bir bedeli ödüyor.

Onun parası da bu sektörü kuranlara, işletenlere, tanıtanlara, denetleyenlere gidiyor. Bundan kitabı yazan yazarla, üreten emekçilere düşen pay çok düşük.

O zaman daha doğrudan ifade edelim: yazarla okur bunu, birbirleri için “ birlikte ödüyorlar”.

İşte tam burada aklıma bir başka soru geliyor:

"Yazarla okur; işbirliği yapıp aradan o kocaman 'her iki tarafı da' sömüren sektörü aradan çıkarıp neden buluşmuyorlar?"

Bu yazıyı okuyan ve eskiyi bilen birilerinin aklına "YAZKO" örneği gelecek. Kastım o da değil. Daha da ilerisi:

Benim çok hoşuma giden bir surumla seyrek de olsa karşılaşırım.

Bir şair, ya da "şair olamamış ama şiir yazmaktan da vaz geçememiş" bazı kişiler, bin bir çile ve zorlukla şiirlerini bastırır, sonra bir duvar dibine oturur ve onları satmaya çalışırlar.

Bence yazarlar bunu denemelidirler. Bence yazarlık böyle olmalı, yapılmalıdır.

O zaman yazarla okuru, doğrudan, üstelik de karşılıklı bir etkileşim içinde hem kendilerini hem de ürünlerini "var" edebilirler. Bir taraf aldığı tepkiyle yenileri için yeni şeyler yaratırken, diğeri de okuduğunun gerçek değeri konusunda daha somut bilgilere ulaşır. Ben "böyle" düşünüyorum. Daha dorğusu böylesini düşlemek bana iyi geliyor. Kitap günlerinde kitabının başına oturup, yayınevi veya kitapçı için satılan kitaplarını imzalamaktan daha "güzel ve hoş" buluyorum bunu; üstelik daha da insani ve sanatın doğasına uygun.

Kitap bir ticari nesne, pazarlamanın nesnesi olamaz çünkü.

"Kitap yazmak toplumsal bir etkinliktir."

Şu günlerde dünyanın söz ettiği Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk kitap yazmanın, roman yazmanın "bireysel" bir iş, "bir odaya kapanarak kendi başına yapılan" bir iş olduğunu söylüyor. Doğrudur, "roman" aslında kapitalist toplumun ve kapitalist toplumun içindeki bireyin ifade yöntemlerinden birisidir.

Kapitalist toplum "birey"i kutsar, yüceltir. O bireyin yaptığı iş de doğal olarak "bireysel" olur. Romanı okuma da bireysel bir faaliyettir. O da bir odaya kapanılarak okunur. Ama kapitalizmin açmazı tam da burasıdır. Başkası için yapılan iş başkasından, ayrı bağımsız, onunla buluşmadan yapılamaz. O etkileşim olmadan yazılan roman, okurun ufkunda yeni, başka açılımlar yaratamaz. Onun için birlikte "bedel" ödeyenler buluşmak, birlikte olmak zorundadırlar.

Arslanoğlu'nun kitabının bedelinden nerelere geldik. Oysa ben başka şeyler yazmak istiyordum.

Kitapta "sözü" edilmek üzerine

“Bir kitap yazmak, bir kitaba konu olmak, bir kitapta söz edilmek...” Hepsi birbirinden farklı anlamları olan durumlar. Bunlara değinmek istiyorum öncelikle.

Her biri değişik bir "keyif" veriyor insana.

Mutlu ediyor ilk anda. Ne yazıldığına, nasıl yazıldığına aldırmaksızın. İlk etki geçtikten sonra yazılanlar irdeleniyor. Kişi kendi bakış açısına göre, tartışır, doğrular veya yanlışlar. Bunu iki kez yaşadım, geride kalan 50 yıllık yaşamımda.

Birincisi yıllarca birlikte çalıştığım ve kendisinden çok şey öğrendiğim, Prof. Dr. Türkân Saylan'la yapılan bir "nehir söyleşi"nin yazıldığı kitaptaydı. (*) Onunla ilgili olarak bir borcum belki de görevim var. Çünkü yazılacak söylenecek çok şey var orada söylenenlerle ilgili olarak. Henüz yerine getiremedim.

İkincisi de Arslanoğlu'nun bu kitabında gerçekleşiyor. Kitapta yer verdiği "karakter"lerden birisi de benim. Çok ayrıntılı değil. Yalnız bir yönüme değinmiş.Bu değinme sırasında konuyla bağlantılı bir yazıma ayrıntılarıyla yer vermiş. Orada okuyunca, onu ve kendimi bir kez daha kutladım. Ben “güzel” yazmışım, o da bağlamını iyi kurmuş. Üstelik de kitabın sonunu bağlarken bir anlamda bir son önermede bulunurken yararlanması doğrusu çok hoşuma gitti. Kitabın genel tez ve söylemine de uyduğunu belirtmeliyim.

Genel ve öznel bir değerlendirme

Bu “kişisel öznel” değerlendirmeden sonra kitabın bütününe ilişkin “genel öznel” değerlendirmeme geleyim.

Kitabı okurken doğrusu biraz zorlandım. Meslektaşım, arkadaşım, yukarıda dediğim gibi "eylemdaşım" olmasına karşın pek çok düşüncesine katılmadığım bir insan Kaan Arslanoğlu.

Kitap onu ortaya koyuyor. Hem de derli toplu, somut örnekleriyle hemen her konudaki düşüncelerini ifade etmesi nedeniyle, onu tüm boyutlarıyla tanımış oluyoruz, kitabı okuyunca.

Arslanoğlu aslında bir “romancı” olarak daha çok beğendiğim bir yazar. Bir hekim olarak ise etik ve mesleki kurallara uyması bakımından güvendiğim bir insan. Bir “düşünür” olarak ise kendisinden “farklı” düşündüğüm bir “kişi” o.

O kendisine ait bu "kimlik"leri bir araya getirip birbirleriyle konuşturarak bu kitabı oluşturmuş ve böylelikle düşüncelerini ortaya koymuş.

Son dönemde "moda" olan bir yaklaşım bu: İnsanlar dünyaya, kendilerine, politik olaylara ilişkin düşüncelerini bu şekilde bir kurgu içinde doğrudan ortaya koyuyorlar.

Yazarlar eskiden bunu bir “sanat yapıtı” formunda gerçekleştirirlerdi. Şimdi doğrudan yapıyorlar. Düşüncelerini yarattıkları “karakterlere” doğrudan söyletiyorlar. Mehmet Altan, Elif Şafak son dönemde bilinen ve ilk akla gelen örnekler arsında.

Dahası Arslanoğlu’nun bunu bir “sunuş biçimi” anlamında çok iyi yaptığını söyleyemeyeceğim. Birbirini yalnızca destekleyen, hemen hiçbir zaman “çatışmayan” aslında düşünsel yanları dışında “gerçekliği” olmayan “üç farklı(?) kimliğin” diyaloğu yoluyla anlatılıyor düşünceler, "Memleketimden Karakter Manzaraları"nda. Hiç bir çatışma, ayrılık, aykırılık yok neredeyse birbirlerinin “aynı” ama meslekleri, yaptıkları işler farklı üç kişi. Aslında bir kişinin “üç farklı” boyutu bence.

Hepsi de "Kaan Arslanoğlu". Çünkü o bir düşünür öncelikle. Onun politik kimliği ve yaklaşımlarını ben çok yakından biliyorum. Ardından o bir hekim yani psikiyatrist. Bunu hem benim gibi "meslektaşları", hem de aynız amanda okuru olan "hastaları" biliyor. Son olarak o bir "yazar". Bu kitabında söz ettiği kimi kitaplarının işaret ettiği üzere, kitapta konuşan üç kişiden birisi olan yazarın kendisi olduğu açıkça anlaşılıyor.

Bunu böyle kabul edince ve ardından daha derin bir okuma yapılırsa aslında, Kaan Arslanoğlu’nun düşünce sistemindeki "çelişkiler", "çatışmalar" hatta bazı noktalarda “tutarsızlıklar” bir yerde bu kitabın ana izleğini oluşturuyor.

Herkes gibi "kafası" karışık bir insan olduğu ortaya çıkıyor Kaan Arslanoğlu’nun. Bu doğal bir durum. Yaşayan ve üreten bir insan “çelişkiler yumağıdır” özünde. Onu azaltabildiği oranda da giderek “insan” olma yolunda adımlar atar, değişir ve gelişir.

Aslında eleştirdiği "ortalama insan düşünce ve davranışından" çok da uzakta olmadığını anlıyoruz yazdıklarından yola çıktığımızda. Öteki kitaplarını da düşündüğümüzde bir gelişimi, değişimi de gözlemlemek olası.

Kitabı okurken bazı düşünceleriyle ilgili olarak "Kaan nasıl böyle düşünür" dediğim oldu sık sık. Aslında bunun bir olağan dışılığı ve yanlışlığı da yoktu. Her bir araya geldiğimiz de sıkça ve sesli olarak ifade ettiğimiz düşüncelerimiz bunu gösteriyor zaten. Dolayısıyla kitap çok şaşırtmadı beni. Bir tek “daha ustaca bir ifade ediş biçimi” olabilirdi noktasına takıldım. Çünkü sayıları onu aşan kitabı olan bir yazar, Kaan Arslanoğlu.

Düşünceler var ama bilgi de var

Kitaptan bir de daha önce bilmediğim bazı şeyleri öğrendim, tanımadığım bazı insanlara ilişkin bilgilendim. Bu bilgi tamamlamaları şaşırtıcı bir şekilde anlattığı kişilere ilişkin daha önce, bende genel olarak oluşmuş düşünceleri doğruladı, bir anlamda "kanıt" sağladı. "O kişiler hakkındaki kanaatlerim yanlış değilmiş" dedim kendi kendime.

Ayrıca daha önce hissettiğim ama "farkına" varmadığım bazı gerçekliklerin "bilinç" düzeyine çıkmasına da olanak sağladı.

Kısacası bölüm bölüm okuduğum bir kitaptı, Kaan Arslanoğlu'nun “Memleketimden Karakter Manzaraları” ve asıl olarak onu anlatıyor bizlere. Dünyaya, insana, sanata, medyaya, bir çok alana nasıl yaklaştığını merak edenler, bilmek isteyenler alıp okumalı.

Ama "memleketimiz"deki bazı "karakterleri" tanımak ve anlamak istiyorlarsa bu kitap onlara yalnız gerçekliğin bir bölümünü ve "öznel" olarak sunan bir kitap olduğunu da unutmamalılar.

Bir de bu kitaba piyasadaki satış fiatı olan 19,50 TL verirken, "kitap fiyatları neden bu kadar pahalıdır" onu bir kez daha düşünmeliler.

Neden acaba?

11.12.2006
Mustafa Sütlaş

(*) “Güneş Umuttan Şimdi Doğar” M. Zaman Saçlıoğlu (İş Bankası Kültür Yayınları, 2004)

 


 

  

SON DÜZENLEME TARİHİ: 30.12.2006
@: Düzenleyen: Mustafa SÜTLAŞ. Bu sayfanın her hakkı mahfuzdur.